Utanç Dönemlerinden Bir Kesit

Yüksel YAZICI

                                                       Utanç Dönemlerinden Bir Kesit

Zulüm  deyince ilk akla gelen isimlerden biridir Hüseyin Mansur Hallaç! Onun başına  gelenler, yaşadığımız gezegen üzerinde insanın varolduğundan beri hiç eksilmeyen bir karanlık zihniyetin ürünüdür ve de onulmaz bir hastalıktır.  Elbetki ortaya çıkan her sistemin ya da düşüncenin mutlak biçimde bir karşıtlığı bulunmaktadır. Çünkü dünya okulundaki eğitim, dualite yani ikilem yasasıyla şekillenmiştir.  Ve mutlak olan karşıtlıklar, genellikle birbirlerini anlamaya ya da tamamlamaya değil, yok etmeye dönük olmuştur hep... Bu amaç sırasında da kullanılan en etkili argüman ise inançtır. İnançlar  dünyamızda çok  çeşitlidir ve çoğunlukla da kimileri  öylesine yozlaştırılmışlardır ki, yaşayan toplumlara yukarıdan bir kuş bakışıyla bakabilseydik, tüm gezegenin durmaksızın birbirleriyle boğuşan kanlı bıçaklı insanlarını hayretle görebilirdik. Ve özellikle karşıtlıkların başındaki inanç ya da din adlı araç, yaşamın varoluşundan buyana dur-duraksız can almış,  insanlık tarihindeki temizlenemez  lekelerin en canlı gerçekleri olarak her süreçte boy vermiştir.

Dünyamız okulunda yaşamış olan tüm süreçlerdeki insanlar, zaman içinde  olmadık şeylerle suçlanmışlardır elbet... Bunların sıralanmasının başında da, Nazilerin  fırınlarda yaktığı 6 milyon Yahudi soykırımı gelmektedir.  Ki , yine kökü inanç çarpıklıklarına ve Hallac’da olduğıu gibi aynı karanlık zihniyetlere dayanmaktadır. Bu korkunç sayıdaki işkenceli ölümlerin görünen müsebbibi gericilik ve faşizm olup, dünya durdukça lanetlenmesi de elbetki hep sürecektir. Almanya’daki  bu kirli faşizm  durulduktan sonra  oradaki toplu ölümlerin bir örneği, her nasılsa can vermekten kurtulabilmiş olan bir yahudi tarafından şöyle anlatılmıştır

Birgün tutuklandığımız yerden bizi götürdüler...Çoluk çocuk, genç-yaşlı ve hemen hemen aynı oranda üçyüz kişi kadar vardık... Bizi bir binanın zemin katındaki salona tıka basa doldurdular ve çırılçıplak soydular.  Boş olan salonun zemininde ve duvarlarının  bazı yerlerinde demir borular gömülü olup, ağızları da  açık bırakılmıştı. Hepimiz merak içindeydik! Bu boş salona neden getirilmiştik ve ne ile karşılaşacaktık? Yani  hiçbirimiz ne olacağını bilmiyordu. Epiy bir süre sonra, demirlerin ağzından salona sülfürük asit ve zift karışımlı  gaz pompalanmaya başladı. Şaşırmıştık... Salonda, gereğinde kırılabilecek tek bir pencere dahi yoktu! Ve püsküren ziftli gaz salonda yayılırken, solumak giderek güçleşiyordu. Önce demir kapılara dayanıp feryad ettik! Bizi duymadılar... Kapıları zorlayıp kırmaya çabaladıksa da, bu mümkün değildi. Ve daha yukarılarda hava alma olanağı mevcut olduğundan, içerdekiler üstüste yığılmaya başladılar. Yani herkes çoluk çocuk , kadın-erkek ve genç-yaşlı demeden birbirinin üzerine tırmanmaya koyuldu. Bir ölüm güreşi ve akıl almaz bir boğuşma başlamıştı insanların arasında...

Ne kadar sürdü bilmiyorum! Boğazım yanıyordu, solunum organlarım dışıma çıkacak gibiydi. Kendimden geçmeden önce gördüğüm son sahne şöyle idi: Küçücük çocuklar en altta kalmış, yaşlı kadınlar onların üzerine çıkmıştı. Yaşlı erkekler onların üzerine, en yukarıya da güçlü kuvvetli olan gençler tırmanmıştı. Kollar bacaklar birbirine karışmış, her birinin bedenine baştan aşağıya kaygan zift bulanmıştı. Hepsi birden olanca güçlerini kullanarak  birbirlerini görmeden boğuşmanın, birilerinin üzerine basarak yukarıya doğru uzanmanın ve böylelikle de  kalan havayı teneffüs edebilmenin telaşı içindeydiler. Sonrasını bilmiyorum!

Evet, Gestapo Almanyası’nda Nazilerin eliyle 6 milyon insan benzer biçimde öldürülmüş, bunların çoğu da fırınlarda yakılmıştı. Bu olaylar nedeniyle insan, insanlığından mutlaka utanmalıydı! Fakat ne gezer!

Avrupa’nın işlediği bu halttan insanoğlu hiç ibret almamıştır sanki... Çünkü, yine inançlara dayalı olan bir başka mezalim, Ortaçağ’ın orta yerinde birdenbire hortlamıştı. Ve cadı diye nitelenip suçlanarak ölüme gönderilen insanların sayısı birkaç yüzbin kişidir.  Cadı Avı  tanımlamasıyla tarihte yerini alan bu mezalim, suçsuz günahsız ve özellikle yoksul insanların sudan sebeplerle yakalanarak yargılanmaları ya da  gerçekte hiç yargılanmadan linç faktörü kullanılarak ölümle cezalandırılmaları gerçeğidir. Günümüzde Cadı Avı kavramı daha çok, "fikirleri toplumda tehdit olarak görülen kimselere karşı düzenlenen kampanya" anlamında kullanılmaktadır.  

Ortaçağ’da yaşanmış olan  bu“cadı avı” süreci, Mansur Hallac’ı suçlayan  ve  ölüme mahkum eden kara  zihniyetin bir benzeridir. Bir sürek avı niteliğinde yürütülen bu sürecin hedefi ise genellikle kadınlar olmuştur. Yapı itibariyle  fiziksel güçleri zayıf olan kadınlar, özellikle Ortaçağ’ın birhayli uzun süren o  karanlık süreçlerinde  "cadılık" ya da  "büyücülük" suçlamlarına muhatap olmuşlar, sonunda da Engizisyon mahkemelerinin peşin hükümleriyle yanan odun yığınları üstünde yakılarak can vermişlerdir. Duruşmalar, Mansur Hallac örneğinde olduğu gibi burada da göstermelik olarak uygulanmış ve Kilise, istediğini hücrelerde yıldırmış ya da ölümü onlara akıl almaz işkencelerden kurtuluş olarak seçtirmiştir.

Elbet ki cadılıkla suçlananlar yalnızca kadınlar olmamıştır. Aynı suçlamalarla çok sayıda erkek de mahkum edilip izbe hücrelerde ömür tüketmiş ya da giyotinlerde başı kesilerek devletin otoriter inancına kurban edilmişlerdir.  Bu insanların tümünün ortak suçu, yeni bazı doğruları öne sürerek makam ya da kariyer sahiplerini ürkütmelerinden ibarettir. Özellikle kadınların suçu ve günahı ise, ataerkil toplumlardaki kökü inançlara dayalı olan  erkek egemenliğidir.  Kuşkusuz denilebilir ki, geçmiş olan bütün zaman süreçlerinde kadınların farklı beden ya da fiziksel yapıları, suç olarak değerlendirilen günahın kaynağı olarak algılanmış ve en küçük başkaldırılarında da ezilmeleri bir anlamda her süreçte mübah görülmüştür.


Ortaçağ’da özellikle Hristiyan Kilisesi, kitleler üzerinde kraldan sonraki egemen güçtü... Hatta zaman zaman kralları dahi ürkütür konumda bir acımasızlığa sahipti. Ve bu Kiliseler, o süreçte egemenliklerini korumak, sürdürmek ve pekiştirmek için önce büyücülüğü din dışı saymış; sonra da karşıtlarını bu anlayışa dayalı olarak suçlamışlardır.  Büyücülerin Şeytan'la ya da kötü ruhlarla işbirliği yaptığı ileri sürülmüş ve bu görüş, Kilisenin çaba ve baskılarıyla uzun süre toplumda kabul görmüştür. Aynı zamanda büyücülük, zındıklık  yani din dışına çıkmış kişi olarak kabul edilmiştir. Hıristiyan yazarlar ise, büyücülüğü paganlığın (dinin) bir kalıntısı olarak değerlendirmişler ve bu özel mahkemelere bir anlamda destek çıkmışlardır. İnsanlık tarihinin en yoğun, en yapay suçlamalarına ve kurulan Engizisyon adlı özel mahkemelerce peşin hükümler  verilmesine neden olmuştur.

Avrupa, XIV. ve XVIII. yüzyıl boyunca, cadı olduğu öne sürülenlerle  birlikte, büyücüleri de aynı kategoride  yargılamış ve hemen hemen suçlananların tümü de yakılmıştır.

uygulamalarından ötürü ölümle sonuçlanmıştır.  Oysa Hiristiyanlık'ta, böyle bir suçlamanın yaptırımı 1320 yılında çıkartılmış olan papalık bildirisiyle, büyücülük ve cadılık, zındıklık olarak kabul edilmiş, bu gibi suçlamaların muhatapları, ölüm talebiyle Engisizyon mahkemelerinde yargılanmışlardır.
Ayrıca Engizisyon mahkemeleri, halktan birilerinin  büyücüleri ihbar etmeleri için özellikle  teşvik etmiştir. Bu teşvik şöyledir:

 İhbarda bulunanlar, altı aylık bir süre için  mahkemenin korumasına alınacak, ayrıca da  tüm günahları Kilise tarafından  bağışlanacaktır(!)

Böyle bir talebin ve teşvikin inanç ile, mantıkla, dahası insanlıkla bir ilgisinin olmadığı kesindir. Çünkü böyle bir yol açıldığında, kimlerin suçlanacağı kesin olarak belirlenemez ve özellikle  zenginler bu hükümden yararlanarak kendilerini koruma ve savunma fırsatını elde etmiş olabilirlerdi.  Sonuçta da zaten  öyle oldu ve sözkonusu papalık bildirisi yürürlüğe konulduğunda, bundan en  çok yoksullar mağdur edildi ya da canları yandı.


 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.