Gerçekliğin Ayarlarıyla Oynamak
Baksanıza, hepimiz aynı şeyi yaşıyoruz. Sabah alarm çalıyor, işe veya okula gidiyoruz, akşam televizyonu açıyoruz. Hayat, tıkır tıkır işleyen, mantıklı, sıkıcı bir döngü olup çıktı. Ama bazen durup düşünmüyor musunuz?
"Acaba bu kadar mı? Gördüğüm her şey gerçekten sadece bu mu?"
İşte tam o "Acaba?" dediğimiz yerde, sanat dünyasının en kafa karıştıran ama en parlak akımı olan sürrealizm kapıyı çalıyor.
Sürrealizm, 1920’lerde André Breton’un manifestosuyla bir edebi ve sanatsal devrim olarak doğdu; ama bugün hâlâ taze, rahatsız edici ve düşündürücü. Aslında derdi, gerçeklikten kaçmak değil, gerçekliği başka bir pencereden göstermek.
Sadece müzede duran, anlaşılmaz resimler değil aslında. Hayata olan bakış açımızın ayarlarıyla oynuyor. Senin aklın, mantığın sana ne derse desin, sen bir de rüyalarına bak. O gördüğün saçma sapan şeyler, aslında en derin gerçek olabilir. Bize beynimizin arka odalarında duran, rüyalarla ve bilinçaltıyla dolu o gizli kapıyı aç diyor.
Bu akımın yüzü kimdir deseler, ben bıyıklı, çatlak dahi Dalí derim. "Belleğin Azmi" tablosunu bilmeyen yoktur. Hani o upuzun, bomboş bir manzarada tahtaların, dalların üzerinde cıvık cıvık, erimiş gibi duran saatler var ya... İşte o saatler, aslında her şeyi anlatıyor.
Dalí bize şunu soruyor:
Zaman dediğin şey, gerçekten o kadar katı ve kesin bir şey mi?
Düşünsenize, çok keyif aldığımız, arkadaşımızla geyik yaptığımız bir saatlik kahve molası göz açıp kapayıncaya kadar bitiyor. Ama sevmediğimiz bir toplantıda o bir saat, sanki bir ömür gibi geçmek bilmiyor. Dalí diyor ki, "Evet, zaman görecelidir, tıpkı eriyen bir peynir gibi."
Şimdi de günümüzü düşünelim. O eriyen saatler bugünün dünyasını nasıl anlatıyor? Sosyal medyada sürekli bir akış, bir hız var. Takip ettiğimiz haberler, "kesin bilgi" diye paylaşılan şeyler, bir bakıyorsunuz ertesi gün bambaşka bir şey çıkıyor. Sanki "gerçekler" de Dalí'nin saatleri gibi sürekli şekil değiştiriyor, eriyor. Dün doğru olan, bugün yalan olabiliyor. Sürrealizm bize, bu sana sunulan “gerçek”, belki de sadece bir illüzyon diye fısıldıyor.
Sanatı bir kenara bırakıyorum ve onu gerçek hayata uyarlayan sinemaya geçiyorum. Eğer sürrealizm bir film yapsaydı, o filmi kesinlikle David Lynch yönetirdi. Lynch'in filmlerini (Mulholland Çıkmazı) izlerken, hepimizin biraz kafası karışıyor. Filmde ne rüya ne gerçek, kim kimdir, olaylar ne zaman oldu? Asla tam olarak emin olamıyoruz. Film bir anda akla mantığa sığmayan bir sahneye geçiyor, tıpkı bir rüya gibi..Lynch, işte o rüya mantığını, bilinçaltımızın o karmaşık ve alakasız akışını alıp beyaz perdeye taşıyor.
Bu 2020'lerin internetinde çok tanıdık değil mi? Artık sadece haberler değil, görüntüler de eriyor. Birinin ağzından çıkmamış sözleri ona söyleten yapay zekâ videoları, Photoshop'la yaratılan ve gerçek gibi görünen bambaşka hayatlar... Adeta bir Lynch filmi.
Sürekli sorguluyoruz: "Bu fotoğraf gerçek mi? Bu ses ona mı ait? Gördüğüm şey doğru mu?" Lynch, bu kafa karışıklığını 20 yıl önce filmlerinde yaratarak, bizi bugünün dijital karmaşasına hazırlamış gibi.
Akım, bize sadece garip resimler ve kafa karıştırıcı filmler izletmiyor. Hayatın o katı, mantıklı görünen yapısını sorgulamak için bir araç veriyor. Görünenin arkasında ne var diye sormaya itiyor.
Zeliha Gölcük
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.