Yüksel YAZICI

Yüksel YAZICI

Koğuş

Koğuş

 

 

                                                                   Koğuş

Ne de çabuk geliyor şu cumartesiler, pazarlar anlaşılır gibi değil! Göz açıp kaparcasına bunların birinde buluyoruz kendimizi…

Bu dinlenme gününde bugün, sizleri güldürmek yerine düşündürmeyi seçtim! Neden derseniz, düşünmeyen ve irdelemeyen dolaylı olarak da hemen hemen her şeyi kabul eden bir toplum olduk. Aslında içler acısı bir hal bu… Zira, güven ortamı giderek kayboluyor ve güvensizlik sarıyor dört yanımızı. İşte bu halden ötürü, aslında  önümüze çıkan her şeyi sorgulamamız şart!

Yıllar önce güldürücü yazıların yanı sıra, bazen da düşündürücü yazılar yazılırdı Pazar sabahları için.. Özellikle Çetin Altan bunun ustasıydı ve benim henüz yazın çömezi olduğum yıllarda onları okuyunca kendimden geçerdim. Süreç 60’lı yıllardı ve yazın dünyasında muhteşem bir akış sürerdi birçok  köşe yazılarında  hiç kuşkusuz!

Aklımda taa o süreçlerden kalmış muhteşem bir öykü vardır. Adını ben “koğuş” diye attım fakat, gerçekte neydi hatırlamıyorum. Ama sözünü ettiğim  yazı, usta yazar Çetin Altan’nın idi… Öykü sanırım onun da değildi ve zikretmemişti kaynağını. Fakat sanıyorum o süreçlerde dilden dile dolaşan güzel bir öyküydü. Ki, birilerine yararlı olmanın da çok çarpıcı bir öğüdü niteliğinde idi…

İşte size bu Pazar günü, aklımda kaldığı kadarıyla o öyküyü dillendirmeye çalışacağım. Ve siz siz olun, yaşadığınız sürece kimseye kötülük etmeyin, kırmayın, üzmeyin!

*

Eskiden hastanelerin odaları küçük küçük değil kocaman salonlardı. Ki, buralara “koğuş” adı verilirdi. Sıra sıra hasta yatakları olurdu ve tüm hastalar aynı koğuşta tedavi ve kontrol edilirlerdi. Burada yatan hastalar da, yatak sıralarına göre adlandırılırlardı. Yani bir numaralı hasta ya da 5 numaralı hasta gibi…

Koğuşun en önemli özelliği, yalnızca bir numaralı hastanın arkasında olan ve dışarının gözlenebilmesini sağlayan tek bir pencerenin bulunmasıydı. Ancak, yaşlı ve çok ağır hastalar yattığı için koğuş içinde pek dolaşamıyorlar hatta çoğu ayağa bile kalkamıyorlardı. Çünkü genellikle yatalaktılar… Dolaysıyla bu pencereden yalnız bir numaralı hasta yararlanıyor, gördüklerini de yanındakilere aktarabiliyordu. Ve yaşam, bu bir numaralı hastanın  anlattıklarıyla sürüyordu koğuşta sanki…

Koğuşun bir özelliği daha bulunmaktaydı. Bu özellik, burada çok ağır hastalar ya da yaşlılar yatmakta olduğu için, birine kriz filan geldiğinde kendisi yapamaz ise, yanındaki hasta yapsın ve hemşireyi ya da doktoru haberdar etsin diye iki yatağın arasına bir zil düğmesi konulmuştu.

Bakıyordu pencereden ve anlatıyordu bir numaralı hasta:

“Büyükçe bir park var hemen yakında… Parkta ağaçlar, kanepeler, iki köpek oynaşıyorlar. Ve iki genç girdiler parka şimdi… Erkek uzun boylu, kara yağız biri.. Kız, yeşil bir elbise giymiş, saçları altın sarısı ve örülerek başının sol tarafından sarkıtılmış...”

Bir süre durgunluktan sonra, iki numaralı hasta soruyor:

“Bak bakalım neler oluyor dışarda?”

Anlatıyor bir numaralı hasta:

“Genç kızla oğlan parkta bir kanepeye oturdular. Genç kızın elini tuttu genç adam, diğer eliyle de saçlarını okşuyor… Daha ilerde bir deniz var ve denizde bir kotra… Daha ötelerdeyse dağlar, dağlar da karlar… Martılar uçuyor bir yandan…”

Bir süre sonra yine anlatıyor bir numaralı hasta iki numaralıya gördüklerini… Aslında herkese anlatıyor ama o en yakın olduğu için daha dikkatle dinliyor:

“Genç kız başını oğlanın  göğsüne dayadı, kucaklaşıyorlar sanki… Kotra demirini aldı ve yelkenlerini basıyor herhalde sefere çıkacak!  Ötede güneş ufuklardan batmak üzere. Dağlar kızıl-siyah arası bir renge dönüştü, martılar ise çoktan kayboldular…”

Bir numaralı hasta gördüklerini bu minval üzere anlatırken, iki numaralı hasta içinden şunları düşünüyordu:

“Şu artık ölse de, ben geçsem onun yatağına ve ben de görsem parkı, ağaçları, denizi, kotrayı, dağları karları, martıları ben de seyretsem…”

Çünkü hasta yatakları sıralamasında kıdem düzeni vardı. Bir numaralı ölürse, yanındaki iki numara bire, üç numara ikiye gibi değişim hakkı oluşuyordu. Ve pencereye doğru yakınlaşıyordu böylelikle her biri..

Derken bir gece şafak  sökmedeydi ki, riz gelmişti bir numaralı hastaya… Bağıramıyor, zile basıp hemşireyi doktoru çağıramıyordu. Ve yalnızca yalvaran bakışlarıyla iki numaralı hastaya şunlara söylemeye çalışıyordu. Çalışıyordu ya kıpırdaması olanaksızdı, dili de tutulmuştu.

“N’olur yardım et! Ya da zile bas da gelsinler, kurtarsınlar beni… Yardım et!”

İki numaralı hasta anlıyordu ama, yardım edeceğine bakışlarıyla şöyle yanıt veriyordu sanki:

“Yeter artık sana yaşamak! Öl artık… Öl de benim geçeyim yerine, pencereden bakayım, anlattıklarını gözlerimle göreyim.. Güneşi, parkı, dağları, karları, denizi ben de seyredeyim!”

Ve krize dayanamaz ölür bir numaralı hasta… Yatağının çarşaflarını, yastık kılıflarını değiştirirler ve iki numaralı hastaya ayaklarından,  başından tutarak yeni yatağına taşırlar.

İki numaralı hasta bitmez günlerin, gecelerin hasretiyle yatağa konulur konulmaz başını çevirir ve pencereden bakar doğanın hasretiyle… Ve görür ki, pencerenin ardında ziftli bir duvardan başka hiçbir şey yok! Meğer bir numaralı hasta, uzunca süredir  arkadaşı bulunan  iki numaralı hastaya moral vererek  yaşam bağlarını güçlendirmeye çalışmış ve bunun için de yalan söylemiş!

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yüksel YAZICI Arşivi

"27"

08 Eylül 2016 Perşembe 00:01